20 Ağustos 2011 Cumartesi

Sonnet 66

Tired with all these, for restful death I cry,
As, to behold desert a beggar born,
And needy nothing trimm'd in jollity,
And purest faith unhappily forsworn,
And guilded honour shamefully misplaced,
And maiden virtue rudely strumpeted,
And right perfection wrongfully disgraced,
And strength by limping sway disabled,
And art made tongue-tied by authority,
And folly doctor-like controlling skill,
And simple truth miscall'd simplicity,
And captive good attending captain ill:
   Tired with all these, from these would I be gone,
   Save that, to die, I leave my love alone.


Shakespeare


Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni, 
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez. 
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini, 
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz, 
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru, 
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış, 
Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru, 
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş, 
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın, 
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene, 
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın, 
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e  
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama, 
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.
 
Can Yücel çevirisi

14 Ağustos 2011 Pazar

hulk, transformers ve bülent ersoy gibi kahramanların ortak kuralı: dönüşmek için önce duygusal olarak hazır olmalısın! (not: homofobik bi gönderme yapmadım)

biliyorsun uzun süredir düzeyli bir yalnızlık çekiyorum, bu eğlenceli ve güvenilir birilerinin eksikliğinden tut da, bir kere de kelek çıkmayan bir karpuz yeme özlemine kadar dayanıyor. aslında kadın dergilerindeki "sevdiğiniz erkeğe sahip olmanın 5 yolu" başlıklı bölümlere inandığım günlerdeki saflığımı da özlüyorum. buna "çaresizlik" de diyebilirler, ben bunu boyu yerine kaşları serpilmiş bir ergenin yaşadığı "eziklik" duygusu olarak değil de, tıpkı kaşları gibi bıyıkları yeni yeni filizlenen bir genç kızın duygusal travmalarla dolu bir saflık evresi olarak nitelendiriyorum. maymundan türeyen insanoğlu da kıllarından soyunmadan önce duygusal travma evresini tamamlamıştı. bunu kimse inkar edemez. dönüşmek için önce duygusal olarak hazır olmalısındır. bugün bir maymun, arkadaşının tüylerini temizlemenin verdiği zevkten sırf insan olmak adına vazgeçtiyse eğer, ben de dönüşmek için bu duygu selinden bir şekilde kurtulabilirim. insana türeyen maymun, yaptığının doğru ya da yanlış olup olmadığını ancak bu işi gerçekleştirdikten sonra anlamıştır. bence dönüp tekrar sormalıyız...Maymunken daha insandık belki...o değil de, pazartesi günleri diyete ya da dönüşmeye başlamayın, diyorlar.

küçükken simge diye bir arkadaşım vardı. aynı yaşta olmamıza rağmen rol modelimdi. çünkü simge'nin de söylediği gibi o kendisini 25 yaşında hissediyordu. biyolojik yaşımız aynı olsa bile "herkes hissettiği yaştadır" diyerek bana annelik taslayan bu küçük kız, aslında gercekten de benden daha olgundu. bense o zamanlar karton bebekleri birbirlerine sürterek çocuk yapmalarını sağlıyordum (cok da aptalca sayılmaz, yaklasmısım sayılır). karton bebeklerden tekrar karton bebekler doğuyordu. hatta bir tanesi de benim uzaktan halamdı. "Uzaktan hala" mantığını o dönemler yeni öğrendiğim için midir nedir, herşeye ve herkese "uzaktan" sıfatı vermeye başlamıştım. "Uzaktan babam" "uzaktan portakal" "uzaktan trolüm"...uzaktan halam, izmir'de yaşamadığı için "uzaktan halam" sanırdım. buna bağlı olarak da babam evden dışarı çıktığında "uzaktan babam" olurken, aramızda 3-4 metrenin olduğu tabaktaki portakallar da "uzaktan portakalım" oluyordu. aslında ben...o zamanlar... ne kadar kalabalıkmışım ve bir o kadar da özgürmüşüm...nereden bu kanıya vardım anlatıcam.

eşyalarımın, akrabalarımın, oyuncaklarımın, arkadaşlarımın uzakta olması canımı yakmıyormuş. hatta onları çağıracak bir isim bulmak, onları hala canlı ve gerçek kılıyormuş, kıladurmuş? kılmışmış... neyse...asıl mesele, uzakta da olsalar, aramızdaki bağ ve paylaştığımız şeylerin ilk günkü gibi hatırımda olduğunu bilmekmiş. bir o kadar da, hayatımdan çıktıklarında görmesem bile bugün hala hatırlayabileceğim ender ve güzel anıları bana katmışlar. karton bebeklerimin korkutucu yüz hatları, ipliği iğne deliğinden ilk geçirebildiğim an, kakamla barıştığım ve onu kabullendiğim gün, Simgeyle küsüp tekrar barıştığımız o müthiş mutluluk, ercan'la ve mihrace'yle mahallede oynadıgımız seksek ve ip atlamaca...ama bazen, işte asıl can yakan da bu: büyüdükçe öyle insanlar hayatınıza giriyor ki, geriye dönüp baktığınızda güzel şeyleri hatırlamak için cok caba harcamanız gerekiyor. işin içine unutulamayan garezler, öykünmeler, yalanlar, ertelemeler, sonsuz ertelemeler giriyor. ve bazen, bir insanın size gerçekte neler hissettirdiğini anlamanız icin, hayatından cıkmanız gerekiyor. bazen yanlış insanlara "uzak" yanlış insanlara "yakın" diyoruz. bunu anlamak için yalnızca zaman gerekiyor.

Simge'yle yıllar sonra karşılaştığımızda annelerimizin korkunc kavgası hatırımızdan gitmiş gibi, o zamanlar sadece anneleri yüzünden yolları ayrılmış iki küçük kız olarak üzgün oldugumuzu hissetmiştim. birbirimize sıkıca sarılasımız geldi. görüşmek istedik. giyim tarzımızı, konusmalarımızı iyice süzdükten sonra hala kafa dengi olabileceğimizi fark etmiş ve bu duruma iyice üzülmüştük. annesinin ördek gibi perdeli parmakları hakkında ablamla yaptığımız geyik muhabbetlerinden bir an için utanmıstım. kesin o da benim turuncu saclarıma ve kepçe kulaklarım hakkında atıp tutmuştur. İşin garip kısmı annelerimizin yaptığı kavga, yine bizim yüzümüzdendi. Simge, bir akşam annesi ve babasının kavgasına tanık olur ve elinde trolü (ikimiz de bebeklerle değil trollerle oynardık- hayata karşı daha o zamandan isyankardık) ağlamaklı bir ifadeyle "siz de tugce'nin annesi babası gibi ayrılacak mısınız?" diye sormuş. toynaklı anne nilgün, bu olayı dramatik bi sekilde gözüne sokar gibi anneme anlatınca, annem çıldırmış. hey gidi hey! şimdi bu yetişkin çekişmelerine çok da uzak değilim. neden insanlar, birbirlerinin zayıf noktasını bulmak için uğraşıyolar. Simge'yle yıllar sonra karsılastıgımızda hissettiklerim bana neyin uzak neyin yakın oldugunu cok daha iyi öğretti. Aşk gibi, dostluklar da sevgili blog, eğer gerçekse zaten hala oradadır!

26 Temmuz 2011 Salı

Kodadı Sibel

Bazen çatan kaşlarımdan mıdır nedir, kendimi çok olumsuz biri gibi hissediyorum. gerçi bu son zamanlarda yaşadığım bazı olaylardan da kaynaklanabilir. İzmir'den uzun zaman önce tanıdığım Sibel diye eski bir tanıdığımı gördüm yolda, Sibel'in garip bir psikolojisi ve uzun bıyıkları vardı. o kadar psikolağa gitti ama "ben bu kızın derdini beş dakikada çözerim" diye ortalarda gezdiysem de kimse bana projemi sormamıştı. ne ilginç bazı insanlar bıyığım çıkmıyo diye dert yanar, bazılarının mutluluğu iki lazer epilasyonu yakınındadır... Sibel sanki hayatla ilgili tüm problemlerini çözmüş gibi yanıma gelip sıkıca sarıldı önce, sonra ellerini omzumdan çekmeden bana şöyle bi uzaktan bakıp "Taattlımm, neyin var, çok kötü görünüyosun!" dedi. ay yok, der gibi dudaklarımı oynattım, ama tüm sinerjimle "kapa çeneni" mesajı gönderdim, almadı. "ay yok çok kötü görünüyosun, kendine bakmıyosun" demeye başladı.  insanlara nedir ne değildir sormadan, peşin hüküm verme tiki var bunda da...benim de sinirden saçlarım dikleşmeye başladı. "Kusura bakma, biraz bıyıklarım uzadı, kuaföre gidip aldırıcam" diyecek oldum imalı bir şekilde, değmezdi. nedendir bilmem, aklımda bir şarkı dolanıyordu günlerdir, hala mırıldanıyorum, "amman salakooo yandım salakoooğ". ah Sibel, kötü görünüyormuşum, ah Sibel, bi de "çok güzel kızsın, bi de kendine baksan, su saçlara bakkkk" de de, kendimi atayım şuradan. burun kılların da mı uzun senin...
Bir an babamı özledim... babamın deprem muhabbetlerini, İstanbul'da en az gırk elli bi bil kişi ölür diyolar, rus ruleti oynuyormuş İstanbul ... Annemin temizlik takıntısını özledim... Ablamın kokoşluğunu, yeğenimin aptallığını ve mutluluğunu...OF beni köyümün yağmurlarında yıkasalar ya! 
Ama ne zaman, ne zaman bir samimiyetsizlik sezsem birinde, aklım o zaman başıma geliyo, o zaman... Samimiyet bir yetenek işi ve sonradan kazanılıyor...sonradan...öperim

21 Temmuz 2011 Perşembe

sevgili günlük, bugün başımdan hiçbir şey geçmedi. işe gittim, sabahın 5.30'unda kalktığım ya da "ka(l)ktığım" için otobüs pek olmuyo, o yüzden ben de yürüyo(ru)m. Evet, alfabeden bazı harfleri attım, kelime aynı anlamı veriyorsa fazlalıkları atarak konuşuyorum. ama inanır mısın, omzumdan bi yük kalktı, kaktı kaktı. bugüne kadar ne zorlamışım kendimi, yeni bir dil öğrenirken de önce alfabeyi öğretmeleri birden gereksiz geldi. sonuçta tek başına bir A ya da Z benim ne işime yarayabilir ki.Ama  "az" çok şey ifade eder. Azın çok şey ifade etmesi, sevgili günlük, hayata hiç bu açıdan bakmış mıydın? Bu arada A harfinin tarihini bilir misin hayat?

Bir gün A yolda gidiyormuş, evde izleyecek doğru düzgün bir program olmadığı için kendini sokağa atmış, halbuki televizyonda uzun zamandır takip ettiği bir Çatalca cinayeti olayı varmış. lakin, o sabah geç kalktığı için Müge Anlı'nın programını kaçırmış. bir saniye, Televizyonda biraz zapladıktan sonra yine kapıyı çekip çıkmış. salak, anahtar kapının arkasında kalmış ama haberi yok. biraz yürüdükten sonra yalnızlığını yavaş yavaş yendiğini fark etmiş. çünkü ayaklarının varlığını fark etmiş, ayakları tam iki kişiymiş. Gövdesinin altındaki göbekten ikiye doğru ayrılan insanoğlu aslında hiç de yalnız değilmiş. Fakat sonradan, önemli birşey fark etmiş. yalnız olmayan kendisi değil ayaklarıymış, sağ ayağı yalnız değilmiş çünkü solda kendisinden bir tane daha varmış. Sol ayağı da yalnız değilmiş çünkü sağda aynısı varmış. Bir ayak olarak değil bir insan olarak yalnız olduğunu fark eden A, "keşke büyük A değil de küçük a olsaydım, onun bir tane kıvrık bir kıçı var, benim gibi kalabalıklar içinde yalnız olamaz" diye düşünmüş. ayaklarına düşman olan A yalnızlığın verdiği çaresizlikten mi yoksa dün gece yediği DiaSa marka iğrenç konserve sarmadan mı bilinmez, atıp tutmaya başlamış. ayaklarına sövmüş de sövmüş:
"sen sağ ayak, sen senden bir tane daha olduğunu düşündüysen, ki şu anki cümlede 4 kere sen dedim ve buna sevindiySEN, etti 5, boşuna sevinme, sol ayağında bir ayak olabilir ama asla onun giydiği ayakkabı senin çatalından geçemeyecek. Ve sen sol ayak, evet sağında bir ayak daha var, peki diğer solunda? İşte şimdi beraber yaşayabilmek için birbirinizi sevmek zorunda kalacaksınız! Tıpkı babamla her gün 5 santim uzayan burun kılları arasındaki ilişki gibi. Bişiy sorabilir miyim kel bi adamın burun kıllarının bu kadar uzaması sizce ne kadar doğru? Hayat hiç adil değil!" diye haykırarak hemen arkasındaki kaldırıma çöküvermiş.

Ağlamamış, erkek adammış A, ama sinirden gözü seyirip durmuş. Yoldan geçen küçük a, büyük A'nın kalkıp duran kaşına bakıp kocaman bir kahkaha atmış. şimdi şu an betimleyemiyorum, çok fena ama....A o an anlamış, yalnızlığı gidebildiği her yerde onu buluyormuş ve en zayıf noktasından vuruyormuş. Derken büyük bir firmanın müdürü A'yı yolda ağlarken bulmuş, uzun zamandır A'nın şirketine girip çalışmasını istiyormuş. Çünkü A çok başarılı bir harfmiş, ne de olsa alfabeyi birincilikle bitirmiş. Bir puro yakıp A'ya vermiş, ama A temizlik hastasıymış "üzgünüm başkasının purosunu içemiyorum bi de başkasının evinde et yiyemiyorum" demiş. Fabrikatör bunu sorun olarak görmemiş, zaten sıçacak kadar zenginmiş, sadece avına odaklanıp A'nın bu çaresiz anında onu ağına düşürmek istemiş.

Bak büyük A, büyük A'lar, asla küçük a olmaya çalışmaz ama küçük a'lar her zaman büyük A olacağı anı hayal eder. bu nedenle bir gün cümle başına gelip de büyük yazılabilmek için ellerinden geleni yaparlar. ama bu onları yalnızca geçici bir süreliğine büyük bir A yapar. Ama sen Ankara'nın A'sısın, Asuman'ın A'sısın, Ağrı Dağın'ın A'ğısın her zaman için özel ve yegane olacak bir A'sın...

A, iki güzel söz duyunca mala bağlamış. Fabrikatörün teklifini kabul etmiş. Fabrikadaki ekmek elden su gölgen günleri A'yı çok değiştirmiş, kırk yıllık arkadaşları K, T, Ç ve P ile görüşmeyi bırakmış. A'ya göre onlar hem sert hem de ünsüzlermiş. bu yüzden Q, W gibi daha çok tercih edilen Amerikalı arkadaşlarla takılmaya başlamış ve eski arkadaşlarını gördüğü yerde "Nabıyonuz lan, KETÇAP!" diye dalga geçmeye başlamış.

Böyleyken böyle, A, Bebek'teki alttan ısıtmalı evine gelip giden ona hastalığında bakan arkadaşlar satın almış. Urdu dili ve edebiyatının harfleriymiş bunlar, artık çok kullanımda olmadıkları için gözden düşen urdulu harfler evde boş boş oturacaklarına bir işe girmek istemişler. şimdi yarı zamanlı olarak A'nın evinde çalışarak, kanka muhabbetleri yapıyolarmış. A kendini yegane ve özel hissedeceği bir hayat kurmuş. Buradan bakınca bunu sadece parayla yapmış gibi gözüküyor olabilir, ama hayır öyle değil... valla...

19 Temmuz 2011 Salı

"Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın" Fatmagül Berktay


“Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın”
Fatmagül Berktay’ın aynı adlı kitabı üzerine yorum ve yaklaşım denemesi.Off ne parçaladım ama!


17.01.2011






Günümüzde kadınların karşı çıktıkları ve mücadele etmek zorunda kaldıkları birçok sorun kadın ve erkek kimlikleri ve rolleri konusunda, toplum ve kültür tarafından belirlenmiş “önkabuller” nedeniyle, yani toplumsal cinsiyetle ilişkilendirilmektedir. Bu oluşum belli başlı erkeklik ve kadınlık üzerine cinsel kalıplar ve imgeler üretir, Berktay’ın doktora tezi olan bu kitapta, bu imgelerin dinler ve kültürler tarafından uzun yüzyıllar boyunca oluşturulan gelenek ve göreneklerin nasıl bir parçası haline geldiğini inceliyor. Bu gelenek ve göreneklerin içine kaynayıp, kendilerini dindar saymayan insanların bile içselleştirdiği şeyler olduğunu savunurken, inançsız insanların bile bu kalıplar üzerinden düşündüğünü ve gene onlar aracılılığıyla kimliklerini “kurduklarını” savunuyor.
Berktay’a göre din hem bireysel hem de kolektif insan yaşamının en derin yönleriyle ilgili bir olgu. Dolayısıyla, insan davranışına yön veren insan öznelliğini kavramak istediğimizde, dini de incelememiz gerektiği açık; din de insanla ilgili olan her olgu gibi tarihsel ya da toplumsal bir incelemeye tabi tutulabilir. Ve böyle bir incelemeye giriştiğimizde “hemen her konu gibi dinin de toplumsal cinsiyet bölünmesinin iki kutbu, yani kadınlar ve erkekler açısından farklı anlamlar taşıdığı gerçeğiyle yüz yüze geliyoruz. Özellikle kadınların dinle ilişkisi her zaman çok karmaşık, çelişkili ve gerilimli olagelmiştir”(Berktay, 8). Berktay’a göre din bir sürü biçimsek imge yaratır ve bu nedenle bir toplumun gelenek ve görenekleri o kültürün ifade biçimleri ve anlam yaratma süreçlerinin bir parçası olarak bu imgeleri kullanır. Kadını ikinci bir planda konumlandıran dinlerin içselleştirdiğimiz ve inanmayanların bile uyguladığı bu ön kabullerden kurtulmak zordur. Kadınlar, çocukluklarından ve büyütülme tarzlarından kaynaklanan bu ön kabulleri aşmada, mücadeleye bir-sıfır yenik başlarlar. Çünkü dışarı güçlerle mücadele etmeden önce kendi içselleştirdikleri kavramlarla savaşırlar. Din, özellikle de tek tanrılı dinler, bu kalıpları ve imgeleri oluşturmada ve onların insanlar tarafından benimsenerek içselleştirilmesini sağlamada belirleyici bir rol oynar; çünkü bu kalıpların mutlak ve değişmez, başka bir deyişle “kutsal” olduğunu iddia eder. Aynı şekilde, doğayı da arkasına alan din bir takım kodları günlük dilin bir yansıması haline getirerek kadın-erkek ve cinsellik üzerine ahkamlarda bulunur, en önemlisi de bunlara sanki yaradılışın bir kanunu gözüyle bakılmasıdır: kadın ve erkeğin yan yana olması “doğanın kanunu gereği” cinsel bir birliktelikle sonlanır, eşcinsellik günahtır ve yasaklanmalıdır çünkü “doğanın kanunu budur”. Kadın çocuk büyütür, erkek tarlada çalışır, doğanın kanunu budur, bakın siz bu işe kadın hem çocuk büyütür hem de o da tarlada çalışır, bu da doğanın kanunudur. Burada doğanın da din ile ilişkilendirilmesi ve cinsiyetlere yüklenen sorumlulukların nasıl da dine ya da natürel gelişime yaslanılıp bir punduna getirildiğini görmez miyiz?
Din’in etkin bir meşrulaştırma aracı olduğunu iddia eden Berktay, bu konuda Weber ve Geertz’in sosyolojik araştırmalarında yararlanıyor. Weber’e göre din bir anlamlandırma sistemidir. İnsanlığın varoluş sorunlarıyla ilgilenen ve aslında bu dünyaya yönelik bir olgudur. Ahret kavramını yine “bu dünyanın gerçekliği” için kuran bir sistemdir ve bu dünyanın gerçekliğiyle anlamlandırdığımız bir düzendir. İnsan “anlamlandırma”ya ihtiyaç duyar, dünyayı yorumlamak, kimliğini kurmak için dayanması gereken bazı kaynaklar olmalıdır. Kendini bir yere ait hissetmek ister, çünkü varoluşunun en daimi kanıtı budur. Geertz’in dinin bir kültürel sistem olduğunu savunan düşüncesi de bununla bağlantılıdır. “İnsanların kendi yaşamlarını düzenledikleri, yorumladıkları bir açıklama sistemi” olarak kavramsallaştırdığı din olgusu gerçekten de yalnızca kutsal olanı değil “gündelik yaşamın” da nasıl yaşanması gerektiğini anlamlandırır. Bu şekilde bir anlamlandırma Berktay’a göre “düzen verme” fikriyle bağlantılı olup aslında “ahlaki bir kesinliğe” doğru insanı yönlendirir. Mutfağın temizliği imandan gelir, bir yaşlıya karşıdan karşıya geçmesinde yardım etmek ya da dolmuşta yaşlılara yer vermek ahrette ve bu dünyada bize iyilik olarak geri döner. Bu durumda yoldan öylesine geçen ve çevresine dikkat etmeyen bir insan ‘dikkatsiz’ olduğu kadar ‘ahlaksız ve canbetlik’ sıfatını da hak eder, çünkü yaşlı bir adama yardım etmeyerek cennetin kapısından biraz daha uzaklaşmış olur. Berktay’ın altını çizdiği önemli ayrıntılardan biri de, bu tarz anlamlandırma çabalarının toplumdan ve çağdan çağa değişkenlik göstermesidir, “toplumsal gerçek” değiştikçe bu “gündelik” anlamlandırmalarımız da sadece yüz değiştirir. Ama temeli aynı kalır. Bugün her beş dakikada bir yolumuzu kesip engelliler yararına çıkan yalan yanlış dergilerden almadığımız zaman, kendimizi suçlu hissederiz, çünkü satıcı bize ‘Allah rızası’ için bunu satmak ister, almaya pek yanaşmadığımızda da bizi yine ‘Allah’a havale eder’. Kendimizi eksik bir kul gibi hissede hissede evimize geri döneriz. Artık bir süre sonra yaptığımız iyilikleri sadece ‘Tanrı için’ yapıyor olmak gündelik bir görevmiş gibi gelir, öyle ki camiye sıklıkla gitmeyen inançlı birey vakıflara yaptığı yardımlarla ibadetini oturduğu yerden yapabildiğini düşünerek içini rahatlatır. Din olgusu, insandan bağımsız bir irade kurmuştur bile ve kişi kendini bu sürate kolaylıkla ve iç rahatlığıyla kaptırmak ister. Berktay bunu Abercrombie’nin yorumuyla bağlar: “din, dünyanın insan iradesinden bağımsız bir olguymuş gibi görünmesini sağlar”, insanın hayatı sürdürmedeki amacı çağlardan çağlara deri değiştirse de aynı kalır ama bu çabanın boşuna gözükmesini sağlar, çünkü biz ne yaparsak yapalım bizden bağımsız olarak değişen ya da hükmeden bir sistem vardır. Bu nedenle de yaptıklarımıza, yön verdiklerimize yabancılaşan bir “koyun sürüsü” haline geliriz: alnımızda yazılan kadere boyun eğen insanlarız biz.
Berktay çalışmasının ilerleyen kısmında toplumsal denetimin beden ve din üzerindeki bağlamını inceler. Batı Hristiyan toplumlarında bedenin disiplin altına sokulmasının ekonomik ve politik iktidarı sağlamak için yapılan bir ayin olduğundan bahseder. Buradaki yorumu, Bryan Turner’in materyalist yaklaşımından etkilenerek yapmıştır. Bugün kadın bedeni de hala “aile kavramı” sayesinde disiplin altına sokulur. Evin içine kapanmak, gündelik işlerle geçen zamanda “evde olmak” hali bile disiplinin aslında bir parçası değil midir? Berktay daha sonra dinin cemaatçi yönünden bahseder. Din, sözlük anlamı gereği “religion – religio” bağ demektir, insanların din yoluyla Tanrı’ya bağlanmaları... İnsanların sadece  din yoluyla birbirlerine bağlanmaları…Sadece din yoluyla birbirine bağlayan insanların, sadece başka bir dine bağlayan insanlarla ilişkileri ise oldukça düşündürücü. Dinin toplumsal denetimi ve dayanışmayı ne kadar sağladığını sorgulayan yazar, “kutsal” olarak nitelendirilen dini savaşların gerekçelendiriliş tarzına dikkat çeker. Kadın-erkek üzerine verilen en büyük savaşlardan biri de ne yazık ki cinselliktir. İki bedenin birbirine dokunabilme hürriyetine ve mutluluğu hakkında da söylenecek birkaç söz vardır. Çünkü aslında iki insanın da birbirine bağlanma yolu yine Kutsal Hak ve Din yoluyla ‘doğru’ kabul edilir. İmam nikahı ya da kiliselerde gerçekleşen din, sevginin en büyük kanıtı ve dayanağı olarak yine bireyin kendini ‘doğru bir şey yaptığına dair’ inandırma ihtiyacından kaynaklanır. Dinin kabul etmediği bir sevgi, eşcinsellik, evlilik dışı ilişki günahtır, insanların ‘öbür dünyada’ iki yakası bir araya gelmez. Katolisizmin, Yahudiliğin, İslamin ve Protestanlığın cinselliğin düzenlenişi konusundan yaptığı yorumlardan bahsederken kısaca şunu söylemektedir:
“Bu kutsal metinler insansal/ toplumsal kurgular olmaları ölçüsünde belirli toplumsal cinsiyet rollerini ve dikotomilerini kurgulamanın, meşrulaştırmanın ve pekiştirmenin en etkili ve kapsayıcı araçlarıdır. Böylelikle var olan iktidar ve toplumsal cinsiyet ilişkilerini kapsayan güçlü bir ideolojik silah oluştururlar.”
Tek Tanrılı Dinlerin Ortak Özelliği
Tarihsel gelişime bakarsak Eski Mezopotamya’da ortaya çıktığını gördüğümüz ataerkil sistem, egemen sistem olarak yerini sağlamlaştırdıkça erkeklerin başta bedenleri olmak üzere kadını denetleme ve hatta onun üreme ve cinsellik işlevlerinden yararlanma haklarını giderek kurumsallaştırdı. Bu anlamda, tek tanrılı dinlerin kadınların “doğasına, statüsüne ve rolüne” ilişkin normlarından çok iyi faydalanıp ataerkil sınıflı toplumlarda varolan değerleri temel almıştır. Bu şekilde de bu normları meşrulaştırıp pekiştirmek çok da zor olmamıştır:
“Ataerkil sistem bir kez kendini hiyerarşik ilişkilerin işlevsel sistemi olarak meşrulaştırdıktan sonra, toplumsal ekonomik ve cinsel ilişkileri dönüştürdü ve bütün düşünce sistemlerine egemen olarak, özellikle cinsiyet kimlikleri ve rolleri konusunda bir dizi ön kabulün yerleşmesine yol açtı”
Berktay bu ön kabulleri tek tanrılı dinlerin ortak yaklaşımı olarak görür ve açıklar.
1.      Kadınlar ve erkekler yalnızca biyolojik değil, ihtiyaçları, yetenekleri ve işlevleri bakımından da farklıdırlar. Ayrıca “kadınlar ile erkekler arasında nasıl yaratıldıkları ve Tanrı’nın onlara verdiği toplumsal işlevler” açısından da fark vardır. (Berktay, 68)
2.      Erkekler “doğal olarak” daha güçlü ve akılcıdırlar. Dolayısıyla egemen olmak ve hükmetmek için yaratılmışlardır ( İslam’ın bir erkeğe dört kadın vermesinin sebebi sahiplenmek ve kollamaktır). Erkekler siyasal ve devletle ilgili konularla ilişkilendirilirken, kadın da duygusal ve rasyonel olmayan konulara yakındır (?).
3.      Erkeklerin “aşkın yetenekleri” vardır (dünyayı yorumlamak ve düzene sokmak gibi), kadınlarınsa “içkin yetenekleri” vardır ( çocuk bakmak, türün yeniden üretilmesi). Her iki işlevin önemli olduğunu kabul etmekle beraber, erkeklerin işlevinin daha üstün olduğu varsayılır. Erkeklerin yarattığı ölümsüz bir kültür ürünüyken, kadınlar ölümlü çocuklar doğurur.
4.      Erkeklerin kadın cinselliğini ve üreme yetilerini denetleme hakları vardır; kadınların böyle bir hakkı söz konusu değildir, ne de olsa “kadınlar erkeklerin tarlalarıdır”, onları istedikleri gibi ekip biçebilirler. (Kuran-ı Kerim)
Bu kanıtlanmamış ve kanıtlanması mümkün olmayan varsayımları, kutsal metinler, tanrısal nitelik ve kutsallık kavramlarıyla değişmez kılmışlardır. Berktay, bu meseleyi ilerleyen kısımlarda köktendincilik kavramıyla da şekillendirir. Kanıtlanması mümkün olmadığı için “geçerli ve değişmez” olarak kabul edilen bu anlayışa göre, toplum ve hayat din üzerinden şekillenir. Toplumsal gerçeklik değişse bile her zaman için geçerliliğini koruyacak olan bir sisteme sahip olduğu için zamansızdır; yani her zamana uyumludur.
Berktay kitabın sonlarına doğru kadın olmanın “bilinç” durumundan bahseder. Hegel’in metaforundaki köle gibi kadınların “mutsuz bir bilinçlilik” durumu yaşadığını, hem kendilerini ezen kültürün bir parçası hem de onun yabancısı kılan bir yabancılaşma içinde olduklarını anlatır. Bununla mücadele etmek için öncelikle baskı ve iktidar mekanizmalarına ilişkin bilgi birikimine ihtiyaç olduğunu söyler. Ayrıca kadınların dayanışmasını, bu birlikten güç almasını savunarak bunun dişil söylem için önemli bir adım olacağını vurgular. Kitabın genel olarak incelemesini yaptıktan sonra bölümlere ayırarak tekrar bakalım.
Birinci Bölümde Berktay, insan bedenine ve bedensel varoluşa yüklenen anlamları inceliyor: varoluşun kökeni ve kutsal kitapların yaradılış adını verdikleri olgu üzerinde duruyor. Bu bağlamda, çok tanrılılıktan tek tanrılığa geçişte insanlığın yaşadığı toplumsal ve kültürel dönüşümün cinsiyetlerarası ilişkilere nasıl yansıdığını, cinsiyet kalıplarına nasıl bir somut içerik kazandırdığını, bunun iktidar ilişkileri açısından doğurduğu sonuçları inceliyor. Üç tek tanrılı dinde Tanrının cinsiyetinin neden erkek olarak kavramsallaştırıldığını, bunun kadın-erkek kimlikleri, otorite ve iktidar yapılandırılması üzerine ilişkin düşüncelerimizi nasıl etkilediğini ve kadınların soyu üretme yetilerinin ideolojik olarak nasıl ve neden küçümsendiğine yanıt arıyor. Tüm bunları anlatırken de en başa, başlangıca, yani Ana Tanrıça’ya dönüyor.
Yakın Doğu ve Mısır’da ilk yazılı kayıtlar, İ.Ö. 4. Yüzyılda ortaya çıktığı dönemde, ataerkillik iyice yerleşmiş durumdaydı, anaerkillik varsa da bugün bunu kanıtlamak için oldukça derin bir soykütüksel araştırma gerekir ve yeterli veri bulunmamaktadır. Berktay burada arkeolojik kanıtların zorluğundan bahseder. Daha sonra Henry Morgan’ın yorumlarına yer verir: “Ana soyluluk, topluluğun yerleşik düzene geçmesiyle ve mülkiyet biriminin yaygınlaşmasıyla yok olmuştu”. Engels’in düşüncelerinden de yararlanan Berktay toplumsal gerçekliğin ve zihniyetin zaman içinde yavaş yavaş değişmesiyle bu noktaya gelindiğini anlatır. Tarımın gelişmesi, saban gibi araçların özel mülkiyet alanına girmesi, özel mülkiyet sahibinin ilk olarak erkek olması, erkeğin mülkiyetini kendi soyuna bırakmak istediği için tek eşliliği seçme durumu ve bu anlamda ortaya çıkan zengin-yoksul karşılaşması… Zengin-yoksul ayrımı anaerkil dönemden bu yana var olan ve kadınları da kapsayan toplumsal sınıf bölünmelerine yol açmıştır. Sabanın mülkiyet aracı olarak görülmesine rağmen, toprakla ilk haşır neşir olan ve hasadı ilk üreten kişinin kadın olmasından dolayı doğa, kadınla ilişkilendirilirdi. Ana Tanrıça, tıpkı doğanın kendisi gibi içinde tüm karşıtlıkları barındıran bir kimlikti: bekaret/çiftleşme, yırtıcı/zayıf gibi harman bir özelliğe sahipti.
Berktay ana erkillikten ata erkilliğe geçiş sürecini mitolojiden ve din kitaplarından öykülerle de süsler. Artık Ana Tanrıça İsis “tahtan indirilen” bir kadın olarak “erkeğin yanında duran tanrıça” sıfatına düşer. Kadının doğurganlığındansa “kutsal birleşme” olarak anılan ve önem verilen bir ayin ortaya çıkmıştır: çiftleşmenin kendisi kutsallaşmış ve kurumsallaşmıştır. Çünkü rahipler Namu’nun ismini, Ana Tanrıça’yı Tanrılar listesinden silivermişlerdir. Efsaneleri bile siyasal amaçlarına uyduran iktidarın bilgiyi bu kadar sömürmesini Foucault’ya dayandıran yazar, bilgi morfolojisinin öneminden bahsederken kadınların işte bu tip sorunlarla mücadele etmesi gerektiğini söyler: “tarihi yeniden yazmak” ve bilgiye gerçekten hükmedebilmek.
Artık Ana Tanrıça, Baş Tanrı’nın karısı rolündedir: artık erkek üretken ve can veren kişidir. Kadın doğurganlığı, “kutsal birleşme” fikrinden gelişerek bu aşamaya gelmiştir. Erkeğin spermi toprağı yeşerten tohum olarak görülür. Artık bu tohum-toprak ilişkisinde tohumun önemi ve can veren madde olarak görülmesi vurgulanır. Meryem Ana, İsa ve Tanrı arasında sadece bir aracıdır, İslam’da kadın, erkeğin tarlası olarak görülür, Yahudilikte Tanrı İbrahim’e tarlaları “onun tohumuna” vermiştir. Sünnet de soyu üretme yetkisi olan organın ritüelistik bir övgüsü görevi görür. Üretmek önemlidir ve bu anlamda iktidarı ve din gibi tüm iktidar olgularını elinde tutar.
Berktay kadın sünnetinin bu konuyla asla alakalı olmadığını, çünkü Afrika’da ortaya çıkmış tamamen dinsel inanışlara dayandırılarak ortaya atılan bir uydurma olduğundan bahseder ve kadın sünnetinin var oluş sebebinin kanıtlanmamış olmasının aslında bir kanıt olduğunu anlatır. Berktay buradan sonra yeryüzündeki günahın ve ıstırabın neden kadın olarak görüldüğünü sorgular. Gılgamış destanındaki Endiku’nun hikayesinden de yararlanarak okuyucunun bu konuyu daha kolay içselleştirip düşünebilmesini sağlar.
İkinci bölümde kadın bedeninin toplumsal denetimi üzerinde durur. Eski Mezopotamya’da kabileler arası kadın çalmanın, kadını mülkiyet haline dönüştürmenin kültüründen, Hammurabi yasalarına değinir. Hammurabi yasalarına göre adam karısını ve çocuklarını borç karşılığı köle olarak satabilirdi. Bugün bile bu tip olayların toplumsal gerçeği değişse de hemen hemen aynı kaldığını görmek üzücü değil midir? Bugün borç nedeniyle kendi karısını ya da kızını satan erkekler yok mudur?
Örtünmenin bir sessizlik imgesi olduğu ve bu imgenin kadına yakıştırıldığından bahseder. Aristoteles’in dediği gibi “sessizlik, kadının izzeti” olarak görülür. Sessiz ve örtünen kadın (bu örtünme kendini eve kapatan ve ev işleriyle var olan bir kadının durumu olarak da örneklendirilebilir) ayrıca da anne olarak saygı görür. Ama yine de Yahudilerin dualarında olduğu gibi “beni kadın yaratmayan Tanrı’ya şükürler olsun” diye dua eden bir zihniyet de bulunmaktadır. Dinin yetkisini Tanrısal bir iradeye dayandırarak bunları yaptırtma gücünden bahseden Berktay önemli olanın dogmanın kendisinin değiş, yorumlanış biçiminden olduğunu yani anlamlandırmada olduğunu dikkatle söyler. Kadınların dini anlamlandırıp bu şekilde kabullenmesinin nedenlerini araştırır: örneğin İslamdan önce tecavüzlerin, zinanın aşırı olduğu söylenir, oysa “İslam’la eş sayısı 4’e indirilmiştir”
Üçüncü bölümde ruh madde dualizminden bahseden Berktay Eski Yunan Felsefesindeki düşünce geleneğinden ötürü doğan uzlaşmaz karşıtlıkları inceler: “Aydınlık/karanlık, iyi/kötü, süreklilik/değişiklik, kuru/yaş, tek/çift, gündüz/gece, akıl/duygu, ruh/beden, dişil/eril”… Burada önemli olan bu karşıtlıkların birbirleriyle bir denge ve eşitlik ilişkisi içinde değil, hiyerarşik bir ilişki içinde olmalarıdır. Ayrıştırmak Eski yunan felsefesine kadar dayanır. Platon’un “dikkatle seçilip yetiştirilmiş elit içinden bazı kadınların eşit konuma getirilebileceği” düşüncesi, Aristoteles’in “ruhu taşıyan erkek spermdir, beden ise ölümcüldür, taşıBurada önemli olan bu karşıtlıkların birbirleriyle bir denge ve eşitlik ilişkisi içinde değil, hiyerarşik bir ilişki içinde olmalarıdır. Ayrıştırmak Eski yunan felsefesine kadar dayanır. Platon’un “dikkatle seçilip yetiştirilmiş elit içinden bazı kadınların eşit konuma getirilebileceği” düşüncesi, Aristoteles’in “ruhu taşıyan erkek spermdir, beden ise ölümcüldür, taşıyıcıdır” fikri tohum-toprak ilişkisinden gördüğümüz gibi “uygarlık tarihinde meydana gelen belirleyici bir değişikliğin insan düşüncesine yansımasını ve sistemleştirilmesini ifade eder.
 “Platon ve Aristoteles’in dualist rasyonelizmi, bir toplum egemenlerinin ve onların statükoyu  sürdürme isteklerinin, o toplumun en derin düşünürlerinin kavrayışını bile nasıl sınırlandırıp çarpıttığına iyi bir örnektir” (Berktay, 165)
İnsan değerine ilişkin bir hiyerarşinin yaratılması ve bunun eşitsiz toplumsal ve ekonomik ilişkileri meşrulaştırmak için “doğal” sayılması, tarihin her döneminde görülen bir durumdur.
Dördüncü bölümde Amerika ve İran örneklerinden yola çıkan Berktay köktendinciliği sorgular. Amerika ve İran’daki din algılanışının farklılıklarına dikkat çeker. Aslında her iki tarafın da alttan alta ya da yumruk göstere göstere dinsel açıdan yaşadıkları endoktrinasyon süreçlerinden bahseder. İran’da 1979’taki peçeli direniş üzerine yaptığı alıntı ve yorumlar, kadınların bundan sonra ne yapması gerektiğini aslında bir anlamda anlatır gibidir:
“Dolayısıyla, içselleştirmeye “hayır” demek, zorla dayatılan kalıplara direnmek ve kendi adını koymaya cesaret etmek, ister istemez kadınları tektanrılı dinlerin mutlakçı yorumlarıyla bir hesaplaşmaya götürecektir. Üstelik yalnızca inanmayan kadınları değil, inananları da! Nitekim bu yüzyılın başlarında bir Müslüman Arap kadını kadınlarınuğradığı haksızlıklara şöyle isyan etmekteydi:
Despotluk ve baskının eseri olan bu haksız peçelenme yasası da nedir? Bu zorunluluk Allah’ın ve onun peygamberinin kitabının çiğnenmesi demektir. Bu yasa, kadınları fiziksel güçle boyunduruk altına almış olan erkeğin yasasıdır. Bu yasayı yapabilmek için erkek, Allah’ın kitabına müdahale etmiş onu tahrif etmiştir. Erkek zararı kendisine dokunsa bile, despotluğu ve baskıcılığıyla mağrur olmuştur. Bu yasayı o kendi başına, kadına en ufak bir şekilde danışmadan yaptı. Bu yüzden de yaptığı yasa, Allah’ın iradesine aykırı bir biçimde, sadece erkeğin arzularına uygun oldu” (214)
Fakat kadınlar “kendi tarihlerini öğrenmekten ve kendi bilgi dağarcıklarını inşa etmekten alıkondukları için” bundan 70 yıl sonra, İran’da yaptıkları gibi ataerkil kalıpları benimseyerek ve ataerkil simgeleri kabullenmenin nelere mal olacağını unutarak “peçeli direnişe” giriştiler. Şah rejiminin zulmüne karşı koyarken Mollarla birlikte yürüyerek özgürlük ve demokrasi taler ediyorlardı, ama aynı zamanda da hareketin önderliğini yapan mollaların emriyle örtünüyorlardı. “Onlara göre bu, o sırada verilmesi gereken önemsiz bir taviz”di. Ama Berktay’ın tüm kitapta ima ettiği gibi her şey “bunu da şimdilik kabul edelim” demekle olacaktı:
“Biz farkında olmasak bile onlar, bu önemsiz gibi görünen küçük tavizlerin nasıl bir alışkanlık yaratacağını, kişiliğimizde ne tür tahribatlar yapacağını biliyorlardı. Öyle ki, her bir taviz diğerine eklenecek ve sonuçta, her şeyin eskiden beri öyle olduğuna inanan, itiraz etmeyi unutmuş insanlar olacaktık.” (215)



demokrasi ve politik fanatizm


Demokrasi ve Politik Fanatizm
Modernizm kapsamında “Çok bilen insan”ın bilinçsiz fanatizmi
falanfilan.com





DEMOKRASİ VE POLİTİK FANATİZM

12 Eylül 2010 referandumuyla Türkiye, iki kesin yanıt arasında kutuplara ayrılmıştır. Referandum, toplumsal olayların toplum içini yönlendirmeye ittiği “halk oylamasıdır”, halkın oylaması hangi durumlar için geçerlidir? Siyasi arenada bir konsensüs zemini oluşturamamış iktidar, ana muhalefet ve muhalefet partilerinin paylaşamadığı bir zemin oluştuğunda, halkın iradesine güvenilir. Çünkü bu gibi durumlarda, iktidardaki güçler halk için, halkın yararına en doğru kararı vermeyi amaç edinmelidir. 2010 yılındaki anayasa değişikliğiyle ilgili pek çok yanıt verildi: Bunu “darbeyle mücadele/hesaplaşma” propagandası olarak gören, ama AKP yanlısı olmayan taraflar da vardı, Türkiye'nin halen demokrasi, özgürlük, çoğulculuk, katılımcılık, hukuk güvenliği konularında toplumsal bir mutabakatla belirlenecek ilkeler temelinde sivil bir anayasa oluşturamamış olmasından dolayı yeni anayasanın bu anlamda bir “umut ilkesi” teşkil ettiğini savunanlar da... Kimileri tarafından “birleştirici, bütünleştirici” olarak görülen bu değişim, aynı şekilde başkaları tarafından “dışarıdan güdümlü” ya da “bölücülüğün önünü açan” bir silah olarak algılanabiliyordu? Evetçi’ler ve hayırcı’lar olarak ikiye ayrılmışken ve herkesin gerçekten mantıklı temellere dayandırdığı bilinçlerine rağmen, boykot edenlere tahammül edilemiyor, yuhalanıyor ve alaşağı ediliyordu. Bu yazıdaki amaç referandum sürecini baz alarak detaylandırmak olmadığı gibi, bu konuda yapılacak bir yorum ya da yazının “uzmanlaşmış” temellere dayandırılmadığı ve bu konuya yetkin kişilerce tartışılmadığı zaman, eleştirilen öğenin parçasından biri olmaktan öte gitmeyeceğini belirtmek de yarar var. Toplumdaki kutuplaşmayı, bunun uzantılarından biri olan bilinçsiz “siyasal fanatizm”den örnekler verirken temelde Türk tarihinde moderniteyle birlikte gelen ideoloji ve idealizasyon konusundaki kavram karmaşasını baz alacağız. Ana kahramanımız “bildiğini bilmeyen insan”, konumuz modernite ve demokrasinin dayattığı koşullarda halk iradesine bırakıldığı söylenen ya da resmedilen olayların radikal bir ikirciklilik yaratmaktansa şiddetli kutuplaşmalar doğurduğu bir anlayış… Bu konuyu irdelerken AB, anayasa referandumlarından, ülkedeki sol düşünce türevlerinin çatışmasının yarattığı hayal kırıklığından örnekler verilerek açıklanacaktır.
Referandumda “evet-hayır” diye ikiye bölünenler AB için de aynı tepkiyi verdiler, örtünme konusunda da kutuplaştırlar. Bugün AKP’ye evet diyen de, 12 Eylül’e hayır diyen de, dini gereği başını örten ve başkalarını “özgürlüğünü elinden almakla” suçlayan kişi de, örtünen bir kadına toplumsal önkabullerinden dolayı “köktendinci” sıfatı yapıştıran da, bunların uzağında kalmayı tercih eden birey de aynı sokaklarda, mahallelerde yaşayıp aynı bakkaldan alışveriş yapmakta. Tüm bu çoğulculuğu “modern bir zamanda yaşıyoruz” gibi ezberlenmiş cümlelerle içselleştirmeye çalışırken bunun ne kadar içindeyiz ve bilincindeyiz?
“Bilmediğini bilmeyen özne” ve Giddens’ın “uzmanlaşma” problematiği
Referandum süreci, “halka mal olmuş” sanatçıların, yazarların ve sesini çıkarmaktan korkmayan aydınların “ne olduklarını” da göstermiştir. Bu yolda yapılan tartaklamalar, “evet” diyen sanatçılardan Sezen Aksu’nun İzmir ilindeki posterlerinin kaldırılması, “Bir daha Adalet Ağaoğlu okumayacak” olanlar ya da televizyonda CHP’den (hayırcı kısım) bir milletvekili gördüğünde dayanamayıp kanal değiştiren bir profil çizerken, Türkiye’nin demokratikleşme ve politik bilinç yolunda kat ettikleri düşündürücüdür. Maalesef bu örnek üzerinden toplumdaki kutuplaşmanın örneklerini kolayca görebiliriz. “Babadan oğla” geçen bir politik düşünce sistemi, ailede alışılmış kalıpların dışına çıkamayan, farklı düşünmek istemeyen ve kendi doğruları dışında herkesin “aptal” olduğunu düşünmeye iten bu tip bir bakış açısı, kimi zaman kan davasına kimi zaman futbol maçı sonrası yaşanan saha-dışı kavgalara benzeyebiliyor.
“Dolayısıyla dünya aslında bilenler ve bilmeyenler şeklinde ikiye bölünüyor; ama iş bununla kalmıyor. Bilmeyenler kendi aralarında bir yanda cahiller, aptallar, süzme salaklar, öte yanda ise kişisel çıkar uğruna bilmemeyi, görmemeyi tercih edenler şeklinde ikiye bölünüyor. Bilenlerin içindeki ayrım ise daha net: bir yanda iyiler (ilericiler, devrimciler, vs.) var, öte yanda ise kötüler (gericiler, tutucular, faşistler, vs.). Kuşkusuz bu “iyi/kötü” atıfları, nerede durduğunuza göre değişebilir. “İyiler” milliyeçilerden ya da yeni muhafazakarlardan, “kötüler” ise ülkeyi bölmeye, parçalamaya çalışan hainlerden ya da uluslar arası teröristlerden oluşabilir, ama yapı değişmeden kalır.” (Somay, 12).
Somay bilenleri kendi içinde Türkiye’nin toplumsal yapısına oldukça uygun bir şekilde kategorize etmiş: ilericiler ve gericiler. İşin en ikircikli tarafı “bilen” kişinin ona göre “bilmeyen kişi”yi gerici diye adlandırmasıdır. Ama Somay’a göre bu iki taraf birbirini “gerici” ya da “bölücü” diye aktarsa da (tıpkı referandum sürecindeki MHP – AKP kutuplaşması gibi) “bilenler”in ortak bir özelliği vardır: onlar bilenlerdir, bu yüzden “bu yüzden “ne yaparlarsa yapsınlar, birbirlerine istedikleri kadar düşman olsunlar, kardeştirler.” Tarihteki büyük çalkantılı dönemlerinin ardından, bu iki “bilen” tarafın nasıl olup da uzlaşıp bir araya geldiğini ya da “ikircikli” azınlığı şiddet yoluyla tavsife edip cahil çoğunluk üzerine mutlak bir diktatörlük kurduklarına tanık oluyoruz. Somay’ın dediği gibi gerçekten aslında ikili değil dörtlü bir yapıyla mı karşı karşıyayız? Bilen iyilere geri dönelim: “İyiler” milliyetçilerden ya da yeni muhafazakarlardan, kötüler ise ülkeyi bölmeye çalışan, parçalamaya çalışan hainlerden ya da uluslar arası teröristlerden oluşabilir. Biri birine laf atarken mutlaka “bölücü” kelimesini kullanır, Amerika’dan silah yardımı alan ordu da bölücüdür, ülkedeki ihracat ve üretimi durduran AKP de, türbana evet diyen milliyetçi de bölücüdür, Marksist yorumların bazılarına şüpheci gözle bakan bir komünist de… Bilen “iyiler” ve “kötüler” birbirlerini yaftalamaya devam ederken de Chomsky’nin sorusunu hatırlamamak mümkün değil? İyi ya da kötü de olsa “bilenlerin”, aslında “uzmanlaşmış” olanların olduğu bir dünyada “bu kadar uzman ve profesör varken, neden hala bulunduğumuz yerden öteye ilerleyemiyoruz?” (Chomsky, 16).
Bize aydınlanma çağından miras kalan, dengesiz ve modernitenin vaat ettiklerini yerine getirmemiş bu durumu özetlemek için Somay’ın da kitabında alıntıladığı birkaç bölümü burada da toparlarsak iyi olur:
“Şehitlerin kiliseleri için canlarını verdikleri gibi hayatımızı vermeyi önersek bile, bu fedakarlığı kendi iktidar arzumuz için, kendi güçlü olma duygumuzu korumak için yaparız. “Hakikat bende” duygusuna kapılanlar –bu duyguyu korumak için ne mülkler feda edilir, “üstte kalmak” için neler atılır güverteden aşağı – aslında “Hakikate” sahip olmayan diğerlerinin üstünde oldukları duygusuna kapılmışlardır. (Friedrich Nietsche, Şen Bilimt)
“Nesnel hakikatin insan düşüncesine atfedilip atfedilemeyeceği sorusu, teorik değil pratik bir sorudur. İnsan, düşüncesinin hakikatini – yani gerçekliğini ve gücünü, bu yanlılığını – pratikte kanıtlamalıdır. Düşüncenin gerçekliği ya da gerçekdışılığı üzerine pratikten soyutlanmış olarak sürdürülen tartışma, tamamen skolastik bir sorundur.”
Koşulların değişmesiyle ve eğitimle ilgili materyalist doktrin, koşulların da insanlar tarafından değiştirildiğini ve eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini savunur. Demek ki bu doktrin toplumu, birinin diğerine üstün olduğu iki parçaya bölmek zorundadır (Karl Marx, Feurbach Üzerine Tezler)
Aslında bir yanda “kendi bilgisini yine kendi bilgisiyle sınayarak harekete geçmek” var, öte yanda eylemsizlik. İki tutum da çok sağlam görünmüyor, ve aslında birbirlerinden farklı görünürlerse de görünsün, sonunda sınırsız bir “kitle küçümsemesine”, ondan olmayanları suçlamaya, kalabalığı aşağılamaya varacak. Köşesine çekilen solcu/aydınzaten kalabalığa karşı sinik bir tutum benimsemiştir; onu aşağı, cehil, aptal, kaba ve kültürsüz bulur ama “kibarlığından sesini çıkaramaz” (Somay, 15). Eyleme kalkışan aydın ise öfkesine yenik düşecek ve hatta kimi zaman gereksiz çıkışlar yapacaktır (2007 seçiminden sonra CHP’nin ileri gelenlerinin öfkeli ve kontrolsüz açıklamalarını hatırlayalım.) “Demek ki kendine ister sosyalist ister halkçı desin, her türlü yaklaşımın ilk fırsatta “bilmeyen” çoğunluğu suçlaması kaçınılmazdır” (15).
“Ancak ne yazık ki, işler bununla kalmaz. Kalabalık, adı üstünde kalabalık olduğu için bu suçlamaların bir hükmü ya da yaptırımı yoktur. Ama öteki azınlık ve daha büyükçe olan ve “çıkarlarından ötürü bilmezden gelen azınlık” her zaman için meşru hedeftir; onlar için av mevsimi her zaman açıktır. Dolayısıyla, dünyayı değiştirme hedefi kayıtsız/eylemsiz kalabalık yüzünden gerçekleşemez bir halde geldiğinde, mücadele iki azınlık arasındaki kördövüşüne indirgenir. Tabii ki arada en çok zayiat veren iki uç azınlığın da hedefi olan “bilmezden gelenler ve bir de eylemsiz/sinik aydınlar olacaktır”
Somay’ın da belirttiği bu iki kutuplaşma, gerçekten sinik aydının aradan çekilmesiyle daha mı kızışmıştır? İki taraf da dahil herkesin “işini iyi bilmesi” ve öfkesine yenik düşüp aslında Marx’ın da dediği gibi “skolastik düşünceye” vardıracak kadar bilinçsizleşmesi nereye varır? Giddens’a göre bu kutuplaşmaların en büyük sebebi moderniteyle birlikte gelen “korucu koza”sından çıkamayan, “güven fikriyle” yaşayabilen bireyin “uzmanlaşma” sorunudur: Giddens’a göre modern öncesi toplumlarda uzmanlar olsa bile, uzmanlık sistemlerinin çok azı teknik sistemdi; o zamanlar uzmanlık bilgisi açıkça kodlamayı zorlaştıran prosedürler ve sembolik formlara tabi olma eğilimindeydi; veya bu bilginin kodlandığı durumlarda azınlık, okur yazarlığı büyük bir kıskançlıkla tekeline aldığı için, onlara sıradan bireyler ulaşamazdı. Uzmanlık bilgisinin uzmanlara özgü unsurunun korunması, özellikle bu unsur “beceriler  ve ustalıklardan bağımsız olduğu” yerlerde, muhtemelen uzmanların elde ettikleri her türlü özel statünün ana temelini oluşturuyordu:
              “ Modern sistemlerde uzmanlığın uzmanlara özgü yanları, bunların başkaları tarafından kullanılamamasıyla yok denecek kadar az ilişkili olsa da, uzun süren bir eğitim ve ihtisaslaşma sürecine tabidir; […] Modern uzmanlık biçimlerinin içerdiği bilgi prensipitibariyle herkese açık olsa da, bu mevcut kaynaklara ulaşmak için zamana ve enerjiye ihtiyaç vardır. Kişinin modern bilgi sistemlerinin en fazla bir veya iki küçük köşesinde uzman olabilmesi, soyut sistemlerin çoğunluk için saydam olmadığı anlamına gelir” (Giddens, 179)
Demek ki modernitenin sunduğu şüpheci, rasyonel mantık Türkiye politikleşme sürecinde kendini pek gösteremiyor, Modernitenin fark, dışlama ve marjinalleştirme ürettiği fikrine katılacak olursak, Giddens’ın da dediği gibi özgürleşme imkanına dayalı modern kurumlar, aynı zamanda kendini gerçekleştirme mekanizmalarından ziyade benliğin bastırılmasıyla ilgili mekanizmalar yaratırlar. Bu anlamda “hayat tarzı” ayrıca yoğun maddi kısıtlılıklar içinde alınan kararları ve benimsenin yolları ifade eder. Giddens’ın “hayat tarzı” nın modernleşme süreciyle daha ön plana çıkmasını haklı bulabiliriz. Hayat tarzı, artık politik bir başkaldırı ya da muhalif olma durumunun doğallaşması olarak da algılanabilirdi. Kişi yaşayış şekliyle bile bir yere ait oluyor ve bir düşünce sistemine sahip oluyordu. Kişisel bir müdahale demokratik anlamda “yanlış” sayılırken, ‘kamusal alana girme’ mantığı içselleştiği için kişi, başkasına “kafa tutarken” kendinde bu hakkı kolaylıkla buluyordu: ne de olsa insan toplumun bir öznesiydi ve yaşayış şekliyle ona mal oluyordu. Bu anlamda da “demokratik müdahalelerin” olması normaldi. Miydi?
Demokrasi Kavramı
Demokrasi, kısaca “halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimi” olarak tanımlanmıştır (TDK, 462). Kökeni eski Yunan’a kadar dayandığı söylenen bu yönetim biçimi çağımızda tam anlamıyla uygulanmasa da birçok devletin yönetim sisteminin demokrasi olduğunu bilmekteyiz.
Yılmaz, bugünkü demokrasiye geçişi üç aşamada inceler; birinci aşama antik kent demokrasisi, ikincisi temsil anlayışına göre oluşturulan modern demokrasi, üçüncüsü ise, şehir devletlerinden ulusal demokrasiye geçilen sürecin benzeri olan, ulus ötesi birleşimlerle değişen demokrasidir. Yılmaz, günümüz demokrasisine geçişte “Antik kent demokrasisi”, “modern demokrasi” ve “ulus ötesi demokrasi” olmak üzere üç büyük dönüşüm yaşandığından söz eder (Yılmaz, 224). Giddens’ın demokrasi kavramını tanımlamasına ulaşmak için önce modern demokrasi kavramını detaylandıralım.
Modern demokrasi, antik demokrasiden temsili bir yönetim sistemi olması bakımından farklılık gösterir. Ulus-devlet yapısında gerçekleşen modern demokrasi sistemi, ulus- devlet bünyesinde yaşayan her yurttaşın yönetime katılımının güçleşmesi ile temsili demokrasi biçimini almıştır. Yasaların belirlediği sürelerde seçime gidilmesi yoluyla yönetenler, yurttaşlar adına yetki kullanarak yönetime gelirler. Halk adına kullanılan egemenlik yetkisi meşrulaşmıştır. Hindley’e göre modern demokrasi teorisi, eskiden çelişen kavramlar olarak görülen ulusun egemenliği ile hükümdarın egemenliği kavramlarını bir araya getirmiştir.
Hirst ve Thompson, modern ulus-devlet bünyesinde yapılanan demokrasi kavramını şöyle değerlendirmektedirler:
“Kendi kendini yöneten topluluk fikri çok eskilere dayanır, ama modern ulus-devlet bünyesinde farklı bir inandırıcılık kazanmıştır. Öncelikle demokrasi öncesi haliyle (toplumdan ayrı, farklı bir varlık olarak) devlet, şiddeti tekeline almış, tekbiçimli bir idari sistemi zorunlu tutmuş ve hukukun üstünlüğünün bir biçimini sağlamıştır. Devletler dış ve içteki kargaşaya karşı vatandaşlarına önemli ölçüde güvenlik sağladıkları iddiasındadırlar. Aydınlanmacı otokrasinin temellendirilmesi biçiminde gelişmiş olan bu iddia, ancak devletler temsili demokrasilere dönüştüklerinde, savaş ve barış gibi konulara prenslerin kişisel hırsları ve hükümranlık hesaplarına göre karar vermekten vazgeçildiğinde inanılır hale gelmiştir” (Hirst, Thompson, 207).
Modern ulus-devlet, demokrasilerinde temsili sistemle yönetimde büyük oranda bir entegrasyon sağlanabilmiştir. Aynı zamanda devletin vergi yetkisini meşrulaştırmış ve tek yönlü bir ulusal sistem getirilmiştir. Bu anlamda “ulus olarak hareket etme” fikri bu tip kavramsallaştırmaların da etkisiyle Türk toplumundaki bireyin belleğinde “tektipleşme” fikrini yerleştirmiştir. Bu “tek tip” fanatizmi bizi zamanında “kafatası ölçmeye” bile götürmedi mi? Benzer olmak ve kalabalık içinde dikkat çekmemek ilk öğretim yıllarımızda “parmak kaldırma” korkusundan üniversite yıllarına kadar giyindiğimiz bir postür değil midir? Yanlış bir şey söyleme ve yanlış kişi olma korkusu, bu kutuplaşmaya katkı sağlamıştır. “Yanlış” olanlar “tek tiplik” fanatizminden payını alıp, kendi içinde gruplaşmaya, kendi içine dönmeye başlamışlardır. Bu anlamda yanlış-doğru ayrımı, insanları belli bir grubun içinde var olmaya iterken, kimlik arayışını kesin cevap ve duruşlarla bulmaya zorlamıştır.

Giddens’ta Demokrasi Kavramı

20. yüzyılda kendini demokratik olarak adlandırmayan çok az devletin olduğundan söz
eden Giddens, kendi demokrasi tanımını şöyle yapmaktadır:
“Demokrasi, iktidara gelmek isteyen siyasal partiler arasında fiili rekabetin yaşandığı bir sistemdir. Bir demokraside nüfusun tüm üyelerinin yer alabildiği düzenli ve adil seçimler yapılır. Demokratik katılım hakkı medeni özgürlüklerle (Siyasal gruplar ya da birlikler kurma ve bunlara katılma özgürlüğü ile birlikte ifade ve tartışma özgürlüğü) el ele gitmektedir” (Giddens, 84).
Bu bağlamda egemenliğin halkın elinde olduğu ve yurttaşların isteği doğrultusunda işleyen yönetim biçimi ile devlet ve toplumu ayrıştıran, emir almayan bir kumandan yetkisiile  yönetilen hükümdar egemenliği kavramları birbirleri ile kaynaşarak modern demokrasi teorisini yapılandırmıştır.
Sosyoloji Derneği’nin konuğu olarak geldiği ODTÜ’de yaptığı konuşmada da Giddens, küreselleşme ile demokrasinin dönüşümü konusuna değinmiştir. Küreselleşmenin yalnızca ekonomik değil aynı zamanda, toplumsal ve kültürel yanının insanlığı etkilediği düşüncesinde olan Giddens, içinde bulunduğumuz küresel çağın aynı zamanda demokratik bir çağ olduğundan söz eder. Ona göre küresel çağda demokrasi, küresel bir düşünce sistemi durumuna gelmiş, dünya çapında birkaç toplum dışında yayılmış ve her toplumun yaşamak istediği bir politik sistem konumuna gelmiştir. 1970’lerden itibaren dünyadaki demokratik yönetimlerin sayısı iki katına çıkmıştır. Bazı devletler demokrasiyi yeni yeni benimserken, demokratik rejimle yönetilen ülkeler ise demokratik kurumlarını iyice oturtmuşlardır (Giddens, 85).
Birçok ülkede demokrasi oturmuş durumdadır. Demokrasinin gelişimi küresel çağda bizi iletişim olgusuna götürmektedir. Giddens, küresel bilgi toplumunda yaşamımızın gereği ve bir sonucu olarak devletlerin eskisi gibi yurttaşlarını pasif özne olarak ele almasının güçleştiğini belirtir. Bu da yurttaşların politik sisteme daha fazla bağlanmak istediklerini göstermektedir. Küresel bilgi çağında, özellikle de iletişimin büyük olanaklar sağlaması göz önüne alındığında medyayı demokrasisinin yayılmasından sorumlu tutan Giddens, oturmuş demokrasiye sahip ülkelerde bunun bazen ters etki yaptığını ve demokrasinin önemini azatlığını düşünmektedir. Medya demokrasisi, politik temsili ve siyasi partilerin önemini korumaktadır. Ancak buna karşın Giddens’ın belirttiği gibi, demokrasinin önemini azaltma eğiliminin önüne geçememektedir. Bunun nedeni, yurttaşların politikaya olan ilgisinden öte, yurttaşların politikleşmesidir.
Giddens’ın varolan demokratik düzen eleştirisi kuşkusuz yeni bir söylem ve alternatif çözümle sonuçlanacaktır. “Üçüncü yol” olarak nitelendirdiği çözüm önerisi kısaca eşitlik, demokrasi, çoğulculuk ve sosyal politikalar olarak, küreselleşmeyle birlikte biçimlenen ulus-devlet yapıları ve sosyal politikaların belirsizlik ortamından çıkması ve yeni süreçte gelişmesi şeklinde açıklanabilir: Radikal merkez, yeni demokratik devlet, aktif sivil toplum, demokratik aile, yeni karma ekonomi, topluma katılma anlamında eşitlik, pozitif refah sosyal yatırımcı devlet, kozmopolit ulus, kozmopolit demokrasi… (Giddens, 84)
Yazımızda esas meselemiz demokratikleşme sürecinin Türkiye’de aldığı ivmeleri ne kadar hareketlendirdiğin incelemek ya da sorgulamak değil, Giddens’ın da Üçüncü Yol olarak öne sunduğu yollarla, “halk oylaması” gibi olanakların Türkiye’de henüz tam olarak içselleştirilemediğini hatırlatmaktır.
Demokrasinin “demokratikleşmesi” için Giddens’ın önerisi, yurttaşların devletle doğrudan ilişki kurabilecekleri bir sistemin oluşturulması ve yaygınlaştırılmasıdır. Halk jürileri, elektronik referandum gibi yöntemlerle kolayca sağlanabilecek olan bu doğrudan iletişim yöntemleri aynı zamanda devletle yurttaşlar arasında çoğulcu katılıma neden olacağından, Giddens’ın bu önerisi demokrasinin gelişimine katkıda bulunmak açısından yerindedir. Bu bağlamda verdiği İsveç örneği dikkat çekicidir. Giddens, bu önerinin yirmi yıl önce İsveç’te denendiğini, İsveç hükümetinin enerji politikasının belirlenmesi için vatandaşlarından öneriler aldığını bu konuyla ilgili kursa giden her vatandaşın yardımı ile enerji politikasını belirlediği örneğini vererek konuyu canlandırır. Örneği değerlendirdiğimizde yetmiş bin kişinin katıldığı bu enerji politikasını belirleme önerisinin aynı zamanda demokrasinin özünü oluşturan çoğulcu katılımı da gerçekleştirdiğinden söz edebiliriz. Fakat bunun için çok önemli bir araca daha ihtiyaç vardır: çift yönlü demokratikleşme.
Çift yönlü demokratikleşme süreci “Ne yapalım yani çekimser mi kalalım?” gibi soruları gündeme getirse de aslında öne sürdüğü çok bilindik bir durumdur: iki taraflı mutluluk ve fedakarlık, iki tarafı da geliştirip değiştirmeye itecek itkileri kullanmak demektir. Türkiye’nin bu anlamda gidecek ne kadar yolu vardır ve ne yapmalıdır? Gerçekten demokratikleşme mümkün müdür ve bu üçüncü yol hangi açılardan ele alınması gereken bir süreçtir? O kadar kolay mıdır? “Hayır” ya da “evet” demek bu kadar kolay mıdır?







KAYNAKÇA

Chomsky, Noam. Modern Çağda Entellektüellerin Rolü. Pınar Yayınları, 1992.
Giddens, Anthony. Modernite ve Bireysel Kimlik. Say Yayınları, 2010.
Somay, Gencay. Çok Bilmiş İnsan. Metis Yayınları, 2010