biliyorsun uzun süredir düzeyli bir yalnızlık çekiyorum, bu eğlenceli ve güvenilir birilerinin eksikliğinden tut da, bir kere de kelek çıkmayan bir karpuz yeme özlemine kadar dayanıyor. aslında kadın dergilerindeki "sevdiğiniz erkeğe sahip olmanın 5 yolu" başlıklı bölümlere inandığım günlerdeki saflığımı da özlüyorum. buna "çaresizlik" de diyebilirler, ben bunu boyu yerine kaşları serpilmiş bir ergenin yaşadığı "eziklik" duygusu olarak değil de, tıpkı kaşları gibi bıyıkları yeni yeni filizlenen bir genç kızın duygusal travmalarla dolu bir saflık evresi olarak nitelendiriyorum. maymundan türeyen insanoğlu da kıllarından soyunmadan önce duygusal travma evresini tamamlamıştı. bunu kimse inkar edemez. dönüşmek için önce duygusal olarak hazır olmalısındır. bugün bir maymun, arkadaşının tüylerini temizlemenin verdiği zevkten sırf insan olmak adına vazgeçtiyse eğer, ben de dönüşmek için bu duygu selinden bir şekilde kurtulabilirim. insana türeyen maymun, yaptığının doğru ya da yanlış olup olmadığını ancak bu işi gerçekleştirdikten sonra anlamıştır. bence dönüp tekrar sormalıyız...Maymunken daha insandık belki...o değil de, pazartesi günleri diyete ya da dönüşmeye başlamayın, diyorlar.
küçükken simge diye bir arkadaşım vardı. aynı yaşta olmamıza rağmen rol modelimdi. çünkü simge'nin de söylediği gibi o kendisini 25 yaşında hissediyordu. biyolojik yaşımız aynı olsa bile "herkes hissettiği yaştadır" diyerek bana annelik taslayan bu küçük kız, aslında gercekten de benden daha olgundu. bense o zamanlar karton bebekleri birbirlerine sürterek çocuk yapmalarını sağlıyordum (cok da aptalca sayılmaz, yaklasmısım sayılır). karton bebeklerden tekrar karton bebekler doğuyordu. hatta bir tanesi de benim uzaktan halamdı. "Uzaktan hala" mantığını o dönemler yeni öğrendiğim için midir nedir, herşeye ve herkese "uzaktan" sıfatı vermeye başlamıştım. "Uzaktan babam" "uzaktan portakal" "uzaktan trolüm"...uzaktan halam, izmir'de yaşamadığı için "uzaktan halam" sanırdım. buna bağlı olarak da babam evden dışarı çıktığında "uzaktan babam" olurken, aramızda 3-4 metrenin olduğu tabaktaki portakallar da "uzaktan portakalım" oluyordu. aslında ben...o zamanlar... ne kadar kalabalıkmışım ve bir o kadar da özgürmüşüm...nereden bu kanıya vardım anlatıcam.
eşyalarımın, akrabalarımın, oyuncaklarımın, arkadaşlarımın uzakta olması canımı yakmıyormuş. hatta onları çağıracak bir isim bulmak, onları hala canlı ve gerçek kılıyormuş, kıladurmuş? kılmışmış... neyse...asıl mesele, uzakta da olsalar, aramızdaki bağ ve paylaştığımız şeylerin ilk günkü gibi hatırımda olduğunu bilmekmiş. bir o kadar da, hayatımdan çıktıklarında görmesem bile bugün hala hatırlayabileceğim ender ve güzel anıları bana katmışlar. karton bebeklerimin korkutucu yüz hatları, ipliği iğne deliğinden ilk geçirebildiğim an, kakamla barıştığım ve onu kabullendiğim gün, Simgeyle küsüp tekrar barıştığımız o müthiş mutluluk, ercan'la ve mihrace'yle mahallede oynadıgımız seksek ve ip atlamaca...ama bazen, işte asıl can yakan da bu: büyüdükçe öyle insanlar hayatınıza giriyor ki, geriye dönüp baktığınızda güzel şeyleri hatırlamak için cok caba harcamanız gerekiyor. işin içine unutulamayan garezler, öykünmeler, yalanlar, ertelemeler, sonsuz ertelemeler giriyor. ve bazen, bir insanın size gerçekte neler hissettirdiğini anlamanız icin, hayatından cıkmanız gerekiyor. bazen yanlış insanlara "uzak" yanlış insanlara "yakın" diyoruz. bunu anlamak için yalnızca zaman gerekiyor.
Simge'yle yıllar sonra karşılaştığımızda annelerimizin korkunc kavgası hatırımızdan gitmiş gibi, o zamanlar sadece anneleri yüzünden yolları ayrılmış iki küçük kız olarak üzgün oldugumuzu hissetmiştim. birbirimize sıkıca sarılasımız geldi. görüşmek istedik. giyim tarzımızı, konusmalarımızı iyice süzdükten sonra hala kafa dengi olabileceğimizi fark etmiş ve bu duruma iyice üzülmüştük. annesinin ördek gibi perdeli parmakları hakkında ablamla yaptığımız geyik muhabbetlerinden bir an için utanmıstım. kesin o da benim turuncu saclarıma ve kepçe kulaklarım hakkında atıp tutmuştur. İşin garip kısmı annelerimizin yaptığı kavga, yine bizim yüzümüzdendi. Simge, bir akşam annesi ve babasının kavgasına tanık olur ve elinde trolü (ikimiz de bebeklerle değil trollerle oynardık- hayata karşı daha o zamandan isyankardık) ağlamaklı bir ifadeyle "siz de tugce'nin annesi babası gibi ayrılacak mısınız?" diye sormuş. toynaklı anne nilgün, bu olayı dramatik bi sekilde gözüne sokar gibi anneme anlatınca, annem çıldırmış. hey gidi hey! şimdi bu yetişkin çekişmelerine çok da uzak değilim. neden insanlar, birbirlerinin zayıf noktasını bulmak için uğraşıyolar. Simge'yle yıllar sonra karsılastıgımızda hissettiklerim bana neyin uzak neyin yakın oldugunu cok daha iyi öğretti. Aşk gibi, dostluklar da sevgili blog, eğer gerçekse zaten hala oradadır!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder