19 Temmuz 2011 Salı

demokrasi ve politik fanatizm


Demokrasi ve Politik Fanatizm
Modernizm kapsamında “Çok bilen insan”ın bilinçsiz fanatizmi
falanfilan.com





DEMOKRASİ VE POLİTİK FANATİZM

12 Eylül 2010 referandumuyla Türkiye, iki kesin yanıt arasında kutuplara ayrılmıştır. Referandum, toplumsal olayların toplum içini yönlendirmeye ittiği “halk oylamasıdır”, halkın oylaması hangi durumlar için geçerlidir? Siyasi arenada bir konsensüs zemini oluşturamamış iktidar, ana muhalefet ve muhalefet partilerinin paylaşamadığı bir zemin oluştuğunda, halkın iradesine güvenilir. Çünkü bu gibi durumlarda, iktidardaki güçler halk için, halkın yararına en doğru kararı vermeyi amaç edinmelidir. 2010 yılındaki anayasa değişikliğiyle ilgili pek çok yanıt verildi: Bunu “darbeyle mücadele/hesaplaşma” propagandası olarak gören, ama AKP yanlısı olmayan taraflar da vardı, Türkiye'nin halen demokrasi, özgürlük, çoğulculuk, katılımcılık, hukuk güvenliği konularında toplumsal bir mutabakatla belirlenecek ilkeler temelinde sivil bir anayasa oluşturamamış olmasından dolayı yeni anayasanın bu anlamda bir “umut ilkesi” teşkil ettiğini savunanlar da... Kimileri tarafından “birleştirici, bütünleştirici” olarak görülen bu değişim, aynı şekilde başkaları tarafından “dışarıdan güdümlü” ya da “bölücülüğün önünü açan” bir silah olarak algılanabiliyordu? Evetçi’ler ve hayırcı’lar olarak ikiye ayrılmışken ve herkesin gerçekten mantıklı temellere dayandırdığı bilinçlerine rağmen, boykot edenlere tahammül edilemiyor, yuhalanıyor ve alaşağı ediliyordu. Bu yazıdaki amaç referandum sürecini baz alarak detaylandırmak olmadığı gibi, bu konuda yapılacak bir yorum ya da yazının “uzmanlaşmış” temellere dayandırılmadığı ve bu konuya yetkin kişilerce tartışılmadığı zaman, eleştirilen öğenin parçasından biri olmaktan öte gitmeyeceğini belirtmek de yarar var. Toplumdaki kutuplaşmayı, bunun uzantılarından biri olan bilinçsiz “siyasal fanatizm”den örnekler verirken temelde Türk tarihinde moderniteyle birlikte gelen ideoloji ve idealizasyon konusundaki kavram karmaşasını baz alacağız. Ana kahramanımız “bildiğini bilmeyen insan”, konumuz modernite ve demokrasinin dayattığı koşullarda halk iradesine bırakıldığı söylenen ya da resmedilen olayların radikal bir ikirciklilik yaratmaktansa şiddetli kutuplaşmalar doğurduğu bir anlayış… Bu konuyu irdelerken AB, anayasa referandumlarından, ülkedeki sol düşünce türevlerinin çatışmasının yarattığı hayal kırıklığından örnekler verilerek açıklanacaktır.
Referandumda “evet-hayır” diye ikiye bölünenler AB için de aynı tepkiyi verdiler, örtünme konusunda da kutuplaştırlar. Bugün AKP’ye evet diyen de, 12 Eylül’e hayır diyen de, dini gereği başını örten ve başkalarını “özgürlüğünü elinden almakla” suçlayan kişi de, örtünen bir kadına toplumsal önkabullerinden dolayı “köktendinci” sıfatı yapıştıran da, bunların uzağında kalmayı tercih eden birey de aynı sokaklarda, mahallelerde yaşayıp aynı bakkaldan alışveriş yapmakta. Tüm bu çoğulculuğu “modern bir zamanda yaşıyoruz” gibi ezberlenmiş cümlelerle içselleştirmeye çalışırken bunun ne kadar içindeyiz ve bilincindeyiz?
“Bilmediğini bilmeyen özne” ve Giddens’ın “uzmanlaşma” problematiği
Referandum süreci, “halka mal olmuş” sanatçıların, yazarların ve sesini çıkarmaktan korkmayan aydınların “ne olduklarını” da göstermiştir. Bu yolda yapılan tartaklamalar, “evet” diyen sanatçılardan Sezen Aksu’nun İzmir ilindeki posterlerinin kaldırılması, “Bir daha Adalet Ağaoğlu okumayacak” olanlar ya da televizyonda CHP’den (hayırcı kısım) bir milletvekili gördüğünde dayanamayıp kanal değiştiren bir profil çizerken, Türkiye’nin demokratikleşme ve politik bilinç yolunda kat ettikleri düşündürücüdür. Maalesef bu örnek üzerinden toplumdaki kutuplaşmanın örneklerini kolayca görebiliriz. “Babadan oğla” geçen bir politik düşünce sistemi, ailede alışılmış kalıpların dışına çıkamayan, farklı düşünmek istemeyen ve kendi doğruları dışında herkesin “aptal” olduğunu düşünmeye iten bu tip bir bakış açısı, kimi zaman kan davasına kimi zaman futbol maçı sonrası yaşanan saha-dışı kavgalara benzeyebiliyor.
“Dolayısıyla dünya aslında bilenler ve bilmeyenler şeklinde ikiye bölünüyor; ama iş bununla kalmıyor. Bilmeyenler kendi aralarında bir yanda cahiller, aptallar, süzme salaklar, öte yanda ise kişisel çıkar uğruna bilmemeyi, görmemeyi tercih edenler şeklinde ikiye bölünüyor. Bilenlerin içindeki ayrım ise daha net: bir yanda iyiler (ilericiler, devrimciler, vs.) var, öte yanda ise kötüler (gericiler, tutucular, faşistler, vs.). Kuşkusuz bu “iyi/kötü” atıfları, nerede durduğunuza göre değişebilir. “İyiler” milliyeçilerden ya da yeni muhafazakarlardan, “kötüler” ise ülkeyi bölmeye, parçalamaya çalışan hainlerden ya da uluslar arası teröristlerden oluşabilir, ama yapı değişmeden kalır.” (Somay, 12).
Somay bilenleri kendi içinde Türkiye’nin toplumsal yapısına oldukça uygun bir şekilde kategorize etmiş: ilericiler ve gericiler. İşin en ikircikli tarafı “bilen” kişinin ona göre “bilmeyen kişi”yi gerici diye adlandırmasıdır. Ama Somay’a göre bu iki taraf birbirini “gerici” ya da “bölücü” diye aktarsa da (tıpkı referandum sürecindeki MHP – AKP kutuplaşması gibi) “bilenler”in ortak bir özelliği vardır: onlar bilenlerdir, bu yüzden “bu yüzden “ne yaparlarsa yapsınlar, birbirlerine istedikleri kadar düşman olsunlar, kardeştirler.” Tarihteki büyük çalkantılı dönemlerinin ardından, bu iki “bilen” tarafın nasıl olup da uzlaşıp bir araya geldiğini ya da “ikircikli” azınlığı şiddet yoluyla tavsife edip cahil çoğunluk üzerine mutlak bir diktatörlük kurduklarına tanık oluyoruz. Somay’ın dediği gibi gerçekten aslında ikili değil dörtlü bir yapıyla mı karşı karşıyayız? Bilen iyilere geri dönelim: “İyiler” milliyetçilerden ya da yeni muhafazakarlardan, kötüler ise ülkeyi bölmeye çalışan, parçalamaya çalışan hainlerden ya da uluslar arası teröristlerden oluşabilir. Biri birine laf atarken mutlaka “bölücü” kelimesini kullanır, Amerika’dan silah yardımı alan ordu da bölücüdür, ülkedeki ihracat ve üretimi durduran AKP de, türbana evet diyen milliyetçi de bölücüdür, Marksist yorumların bazılarına şüpheci gözle bakan bir komünist de… Bilen “iyiler” ve “kötüler” birbirlerini yaftalamaya devam ederken de Chomsky’nin sorusunu hatırlamamak mümkün değil? İyi ya da kötü de olsa “bilenlerin”, aslında “uzmanlaşmış” olanların olduğu bir dünyada “bu kadar uzman ve profesör varken, neden hala bulunduğumuz yerden öteye ilerleyemiyoruz?” (Chomsky, 16).
Bize aydınlanma çağından miras kalan, dengesiz ve modernitenin vaat ettiklerini yerine getirmemiş bu durumu özetlemek için Somay’ın da kitabında alıntıladığı birkaç bölümü burada da toparlarsak iyi olur:
“Şehitlerin kiliseleri için canlarını verdikleri gibi hayatımızı vermeyi önersek bile, bu fedakarlığı kendi iktidar arzumuz için, kendi güçlü olma duygumuzu korumak için yaparız. “Hakikat bende” duygusuna kapılanlar –bu duyguyu korumak için ne mülkler feda edilir, “üstte kalmak” için neler atılır güverteden aşağı – aslında “Hakikate” sahip olmayan diğerlerinin üstünde oldukları duygusuna kapılmışlardır. (Friedrich Nietsche, Şen Bilimt)
“Nesnel hakikatin insan düşüncesine atfedilip atfedilemeyeceği sorusu, teorik değil pratik bir sorudur. İnsan, düşüncesinin hakikatini – yani gerçekliğini ve gücünü, bu yanlılığını – pratikte kanıtlamalıdır. Düşüncenin gerçekliği ya da gerçekdışılığı üzerine pratikten soyutlanmış olarak sürdürülen tartışma, tamamen skolastik bir sorundur.”
Koşulların değişmesiyle ve eğitimle ilgili materyalist doktrin, koşulların da insanlar tarafından değiştirildiğini ve eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini savunur. Demek ki bu doktrin toplumu, birinin diğerine üstün olduğu iki parçaya bölmek zorundadır (Karl Marx, Feurbach Üzerine Tezler)
Aslında bir yanda “kendi bilgisini yine kendi bilgisiyle sınayarak harekete geçmek” var, öte yanda eylemsizlik. İki tutum da çok sağlam görünmüyor, ve aslında birbirlerinden farklı görünürlerse de görünsün, sonunda sınırsız bir “kitle küçümsemesine”, ondan olmayanları suçlamaya, kalabalığı aşağılamaya varacak. Köşesine çekilen solcu/aydınzaten kalabalığa karşı sinik bir tutum benimsemiştir; onu aşağı, cehil, aptal, kaba ve kültürsüz bulur ama “kibarlığından sesini çıkaramaz” (Somay, 15). Eyleme kalkışan aydın ise öfkesine yenik düşecek ve hatta kimi zaman gereksiz çıkışlar yapacaktır (2007 seçiminden sonra CHP’nin ileri gelenlerinin öfkeli ve kontrolsüz açıklamalarını hatırlayalım.) “Demek ki kendine ister sosyalist ister halkçı desin, her türlü yaklaşımın ilk fırsatta “bilmeyen” çoğunluğu suçlaması kaçınılmazdır” (15).
“Ancak ne yazık ki, işler bununla kalmaz. Kalabalık, adı üstünde kalabalık olduğu için bu suçlamaların bir hükmü ya da yaptırımı yoktur. Ama öteki azınlık ve daha büyükçe olan ve “çıkarlarından ötürü bilmezden gelen azınlık” her zaman için meşru hedeftir; onlar için av mevsimi her zaman açıktır. Dolayısıyla, dünyayı değiştirme hedefi kayıtsız/eylemsiz kalabalık yüzünden gerçekleşemez bir halde geldiğinde, mücadele iki azınlık arasındaki kördövüşüne indirgenir. Tabii ki arada en çok zayiat veren iki uç azınlığın da hedefi olan “bilmezden gelenler ve bir de eylemsiz/sinik aydınlar olacaktır”
Somay’ın da belirttiği bu iki kutuplaşma, gerçekten sinik aydının aradan çekilmesiyle daha mı kızışmıştır? İki taraf da dahil herkesin “işini iyi bilmesi” ve öfkesine yenik düşüp aslında Marx’ın da dediği gibi “skolastik düşünceye” vardıracak kadar bilinçsizleşmesi nereye varır? Giddens’a göre bu kutuplaşmaların en büyük sebebi moderniteyle birlikte gelen “korucu koza”sından çıkamayan, “güven fikriyle” yaşayabilen bireyin “uzmanlaşma” sorunudur: Giddens’a göre modern öncesi toplumlarda uzmanlar olsa bile, uzmanlık sistemlerinin çok azı teknik sistemdi; o zamanlar uzmanlık bilgisi açıkça kodlamayı zorlaştıran prosedürler ve sembolik formlara tabi olma eğilimindeydi; veya bu bilginin kodlandığı durumlarda azınlık, okur yazarlığı büyük bir kıskançlıkla tekeline aldığı için, onlara sıradan bireyler ulaşamazdı. Uzmanlık bilgisinin uzmanlara özgü unsurunun korunması, özellikle bu unsur “beceriler  ve ustalıklardan bağımsız olduğu” yerlerde, muhtemelen uzmanların elde ettikleri her türlü özel statünün ana temelini oluşturuyordu:
              “ Modern sistemlerde uzmanlığın uzmanlara özgü yanları, bunların başkaları tarafından kullanılamamasıyla yok denecek kadar az ilişkili olsa da, uzun süren bir eğitim ve ihtisaslaşma sürecine tabidir; […] Modern uzmanlık biçimlerinin içerdiği bilgi prensipitibariyle herkese açık olsa da, bu mevcut kaynaklara ulaşmak için zamana ve enerjiye ihtiyaç vardır. Kişinin modern bilgi sistemlerinin en fazla bir veya iki küçük köşesinde uzman olabilmesi, soyut sistemlerin çoğunluk için saydam olmadığı anlamına gelir” (Giddens, 179)
Demek ki modernitenin sunduğu şüpheci, rasyonel mantık Türkiye politikleşme sürecinde kendini pek gösteremiyor, Modernitenin fark, dışlama ve marjinalleştirme ürettiği fikrine katılacak olursak, Giddens’ın da dediği gibi özgürleşme imkanına dayalı modern kurumlar, aynı zamanda kendini gerçekleştirme mekanizmalarından ziyade benliğin bastırılmasıyla ilgili mekanizmalar yaratırlar. Bu anlamda “hayat tarzı” ayrıca yoğun maddi kısıtlılıklar içinde alınan kararları ve benimsenin yolları ifade eder. Giddens’ın “hayat tarzı” nın modernleşme süreciyle daha ön plana çıkmasını haklı bulabiliriz. Hayat tarzı, artık politik bir başkaldırı ya da muhalif olma durumunun doğallaşması olarak da algılanabilirdi. Kişi yaşayış şekliyle bile bir yere ait oluyor ve bir düşünce sistemine sahip oluyordu. Kişisel bir müdahale demokratik anlamda “yanlış” sayılırken, ‘kamusal alana girme’ mantığı içselleştiği için kişi, başkasına “kafa tutarken” kendinde bu hakkı kolaylıkla buluyordu: ne de olsa insan toplumun bir öznesiydi ve yaşayış şekliyle ona mal oluyordu. Bu anlamda da “demokratik müdahalelerin” olması normaldi. Miydi?
Demokrasi Kavramı
Demokrasi, kısaca “halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimi” olarak tanımlanmıştır (TDK, 462). Kökeni eski Yunan’a kadar dayandığı söylenen bu yönetim biçimi çağımızda tam anlamıyla uygulanmasa da birçok devletin yönetim sisteminin demokrasi olduğunu bilmekteyiz.
Yılmaz, bugünkü demokrasiye geçişi üç aşamada inceler; birinci aşama antik kent demokrasisi, ikincisi temsil anlayışına göre oluşturulan modern demokrasi, üçüncüsü ise, şehir devletlerinden ulusal demokrasiye geçilen sürecin benzeri olan, ulus ötesi birleşimlerle değişen demokrasidir. Yılmaz, günümüz demokrasisine geçişte “Antik kent demokrasisi”, “modern demokrasi” ve “ulus ötesi demokrasi” olmak üzere üç büyük dönüşüm yaşandığından söz eder (Yılmaz, 224). Giddens’ın demokrasi kavramını tanımlamasına ulaşmak için önce modern demokrasi kavramını detaylandıralım.
Modern demokrasi, antik demokrasiden temsili bir yönetim sistemi olması bakımından farklılık gösterir. Ulus-devlet yapısında gerçekleşen modern demokrasi sistemi, ulus- devlet bünyesinde yaşayan her yurttaşın yönetime katılımının güçleşmesi ile temsili demokrasi biçimini almıştır. Yasaların belirlediği sürelerde seçime gidilmesi yoluyla yönetenler, yurttaşlar adına yetki kullanarak yönetime gelirler. Halk adına kullanılan egemenlik yetkisi meşrulaşmıştır. Hindley’e göre modern demokrasi teorisi, eskiden çelişen kavramlar olarak görülen ulusun egemenliği ile hükümdarın egemenliği kavramlarını bir araya getirmiştir.
Hirst ve Thompson, modern ulus-devlet bünyesinde yapılanan demokrasi kavramını şöyle değerlendirmektedirler:
“Kendi kendini yöneten topluluk fikri çok eskilere dayanır, ama modern ulus-devlet bünyesinde farklı bir inandırıcılık kazanmıştır. Öncelikle demokrasi öncesi haliyle (toplumdan ayrı, farklı bir varlık olarak) devlet, şiddeti tekeline almış, tekbiçimli bir idari sistemi zorunlu tutmuş ve hukukun üstünlüğünün bir biçimini sağlamıştır. Devletler dış ve içteki kargaşaya karşı vatandaşlarına önemli ölçüde güvenlik sağladıkları iddiasındadırlar. Aydınlanmacı otokrasinin temellendirilmesi biçiminde gelişmiş olan bu iddia, ancak devletler temsili demokrasilere dönüştüklerinde, savaş ve barış gibi konulara prenslerin kişisel hırsları ve hükümranlık hesaplarına göre karar vermekten vazgeçildiğinde inanılır hale gelmiştir” (Hirst, Thompson, 207).
Modern ulus-devlet, demokrasilerinde temsili sistemle yönetimde büyük oranda bir entegrasyon sağlanabilmiştir. Aynı zamanda devletin vergi yetkisini meşrulaştırmış ve tek yönlü bir ulusal sistem getirilmiştir. Bu anlamda “ulus olarak hareket etme” fikri bu tip kavramsallaştırmaların da etkisiyle Türk toplumundaki bireyin belleğinde “tektipleşme” fikrini yerleştirmiştir. Bu “tek tip” fanatizmi bizi zamanında “kafatası ölçmeye” bile götürmedi mi? Benzer olmak ve kalabalık içinde dikkat çekmemek ilk öğretim yıllarımızda “parmak kaldırma” korkusundan üniversite yıllarına kadar giyindiğimiz bir postür değil midir? Yanlış bir şey söyleme ve yanlış kişi olma korkusu, bu kutuplaşmaya katkı sağlamıştır. “Yanlış” olanlar “tek tiplik” fanatizminden payını alıp, kendi içinde gruplaşmaya, kendi içine dönmeye başlamışlardır. Bu anlamda yanlış-doğru ayrımı, insanları belli bir grubun içinde var olmaya iterken, kimlik arayışını kesin cevap ve duruşlarla bulmaya zorlamıştır.

Giddens’ta Demokrasi Kavramı

20. yüzyılda kendini demokratik olarak adlandırmayan çok az devletin olduğundan söz
eden Giddens, kendi demokrasi tanımını şöyle yapmaktadır:
“Demokrasi, iktidara gelmek isteyen siyasal partiler arasında fiili rekabetin yaşandığı bir sistemdir. Bir demokraside nüfusun tüm üyelerinin yer alabildiği düzenli ve adil seçimler yapılır. Demokratik katılım hakkı medeni özgürlüklerle (Siyasal gruplar ya da birlikler kurma ve bunlara katılma özgürlüğü ile birlikte ifade ve tartışma özgürlüğü) el ele gitmektedir” (Giddens, 84).
Bu bağlamda egemenliğin halkın elinde olduğu ve yurttaşların isteği doğrultusunda işleyen yönetim biçimi ile devlet ve toplumu ayrıştıran, emir almayan bir kumandan yetkisiile  yönetilen hükümdar egemenliği kavramları birbirleri ile kaynaşarak modern demokrasi teorisini yapılandırmıştır.
Sosyoloji Derneği’nin konuğu olarak geldiği ODTÜ’de yaptığı konuşmada da Giddens, küreselleşme ile demokrasinin dönüşümü konusuna değinmiştir. Küreselleşmenin yalnızca ekonomik değil aynı zamanda, toplumsal ve kültürel yanının insanlığı etkilediği düşüncesinde olan Giddens, içinde bulunduğumuz küresel çağın aynı zamanda demokratik bir çağ olduğundan söz eder. Ona göre küresel çağda demokrasi, küresel bir düşünce sistemi durumuna gelmiş, dünya çapında birkaç toplum dışında yayılmış ve her toplumun yaşamak istediği bir politik sistem konumuna gelmiştir. 1970’lerden itibaren dünyadaki demokratik yönetimlerin sayısı iki katına çıkmıştır. Bazı devletler demokrasiyi yeni yeni benimserken, demokratik rejimle yönetilen ülkeler ise demokratik kurumlarını iyice oturtmuşlardır (Giddens, 85).
Birçok ülkede demokrasi oturmuş durumdadır. Demokrasinin gelişimi küresel çağda bizi iletişim olgusuna götürmektedir. Giddens, küresel bilgi toplumunda yaşamımızın gereği ve bir sonucu olarak devletlerin eskisi gibi yurttaşlarını pasif özne olarak ele almasının güçleştiğini belirtir. Bu da yurttaşların politik sisteme daha fazla bağlanmak istediklerini göstermektedir. Küresel bilgi çağında, özellikle de iletişimin büyük olanaklar sağlaması göz önüne alındığında medyayı demokrasisinin yayılmasından sorumlu tutan Giddens, oturmuş demokrasiye sahip ülkelerde bunun bazen ters etki yaptığını ve demokrasinin önemini azatlığını düşünmektedir. Medya demokrasisi, politik temsili ve siyasi partilerin önemini korumaktadır. Ancak buna karşın Giddens’ın belirttiği gibi, demokrasinin önemini azaltma eğiliminin önüne geçememektedir. Bunun nedeni, yurttaşların politikaya olan ilgisinden öte, yurttaşların politikleşmesidir.
Giddens’ın varolan demokratik düzen eleştirisi kuşkusuz yeni bir söylem ve alternatif çözümle sonuçlanacaktır. “Üçüncü yol” olarak nitelendirdiği çözüm önerisi kısaca eşitlik, demokrasi, çoğulculuk ve sosyal politikalar olarak, küreselleşmeyle birlikte biçimlenen ulus-devlet yapıları ve sosyal politikaların belirsizlik ortamından çıkması ve yeni süreçte gelişmesi şeklinde açıklanabilir: Radikal merkez, yeni demokratik devlet, aktif sivil toplum, demokratik aile, yeni karma ekonomi, topluma katılma anlamında eşitlik, pozitif refah sosyal yatırımcı devlet, kozmopolit ulus, kozmopolit demokrasi… (Giddens, 84)
Yazımızda esas meselemiz demokratikleşme sürecinin Türkiye’de aldığı ivmeleri ne kadar hareketlendirdiğin incelemek ya da sorgulamak değil, Giddens’ın da Üçüncü Yol olarak öne sunduğu yollarla, “halk oylaması” gibi olanakların Türkiye’de henüz tam olarak içselleştirilemediğini hatırlatmaktır.
Demokrasinin “demokratikleşmesi” için Giddens’ın önerisi, yurttaşların devletle doğrudan ilişki kurabilecekleri bir sistemin oluşturulması ve yaygınlaştırılmasıdır. Halk jürileri, elektronik referandum gibi yöntemlerle kolayca sağlanabilecek olan bu doğrudan iletişim yöntemleri aynı zamanda devletle yurttaşlar arasında çoğulcu katılıma neden olacağından, Giddens’ın bu önerisi demokrasinin gelişimine katkıda bulunmak açısından yerindedir. Bu bağlamda verdiği İsveç örneği dikkat çekicidir. Giddens, bu önerinin yirmi yıl önce İsveç’te denendiğini, İsveç hükümetinin enerji politikasının belirlenmesi için vatandaşlarından öneriler aldığını bu konuyla ilgili kursa giden her vatandaşın yardımı ile enerji politikasını belirlediği örneğini vererek konuyu canlandırır. Örneği değerlendirdiğimizde yetmiş bin kişinin katıldığı bu enerji politikasını belirleme önerisinin aynı zamanda demokrasinin özünü oluşturan çoğulcu katılımı da gerçekleştirdiğinden söz edebiliriz. Fakat bunun için çok önemli bir araca daha ihtiyaç vardır: çift yönlü demokratikleşme.
Çift yönlü demokratikleşme süreci “Ne yapalım yani çekimser mi kalalım?” gibi soruları gündeme getirse de aslında öne sürdüğü çok bilindik bir durumdur: iki taraflı mutluluk ve fedakarlık, iki tarafı da geliştirip değiştirmeye itecek itkileri kullanmak demektir. Türkiye’nin bu anlamda gidecek ne kadar yolu vardır ve ne yapmalıdır? Gerçekten demokratikleşme mümkün müdür ve bu üçüncü yol hangi açılardan ele alınması gereken bir süreçtir? O kadar kolay mıdır? “Hayır” ya da “evet” demek bu kadar kolay mıdır?







KAYNAKÇA

Chomsky, Noam. Modern Çağda Entellektüellerin Rolü. Pınar Yayınları, 1992.
Giddens, Anthony. Modernite ve Bireysel Kimlik. Say Yayınları, 2010.
Somay, Gencay. Çok Bilmiş İnsan. Metis Yayınları, 2010






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder